65 VE ÖTESİ

Bilim Kurulu üyelerini tek tek, belki kendi kuzenlerimizden daha yakın tanımaya başladık. Uzaktan kumandamızı onlara yakınlaşmak için kullandık, tüm sanal ortamlarımıza buyur ettik her birini. Misafirperver bir milletiz malum!

Artık biliyoruz; COVID-19 açısından 65 yaş üstü nüfus en kırılgan gruplardan biri. O nedenle güvende olmaları için aylardır evlerinde ve oda sıcaklığında muhafaza ediliyorlar*. İlk kez iki hafta önce birkaç saatliğine dışarı çıkmaları mümkün oldu.

Bir sunumum için veri toplarken farkettim ki, bir ‘uzman’ onlara 16 maddelik bir listeyle ‘tavsiyelerde’ bulunmuş. Dört saat için tam 16 madde; şaka değil saat başına dört madde düşüyor!

Listede, dışarı çıkarken hangi ilaçları yanlarına alacaklarından, kalp hastalıkları ve ani damar tıkanıklıkları riskine karşı dikkatli olmaları gerektiğine kadar, aklınızı uçuracak cinsten bir dizi tavsiye süsü verilmiş uyarı bulunuyor.

Bu coşkulu listenin mimarı bir ‘göğüs hastalıkları uzmanı’. Anlaşılan uzmanlık eğitimi sırasında verem, astım, KOAH, zatürre gibi hastalıkların tedavisi ya da bronkoskopi gibi teknik uygulamalarla ilgili eğitimin yanısıra “pandemilerde açık kamusal alanlara gerontolojik yaklaşımlar” gibi konular da ele alınmış. Hayret ve kaygı verici.

Neden böyle bir giriş yaptım?

Böyle bir giriş yaptım ama bu örnekle başlamamın asıl nedeni son günlerde fazlaca maruz kaldığımız ‘uzman hadsizliğinin’ gelebileceği seviyeye dikkat çekmek değil. Bu örnek beni şaşırttı, sarstı, kızdırdı ve bir başka noktayı fark etmemi, üzerinde düşünmemi sağladı.

Öyleyse bu yazının asıl derdi ne?

Şöyle girebilirim asıl konuya: Bilgi politik bir meseledir. Neyin bilindiği ya da öğretildiği politiktir. Neyin bilinmediği ya da öğretilmediği de politiktir. Nelerin konuşulduğu, en çok da nerelerde susulduğu politiktir. Ve bilgi, sadece iktidarı meşrulaştıran araçlardan biri değil aynı zamanda iktidar kuran da bir güçtür.

Bir süredir olağandışı bir dönemden geçiyoruz. Daha COVID-19 henüz pandemi ilan edilmemişken Sağlık Bakanlığı’nın bir ‘bilim kurulu’ oluşturduğu haberini aldık. Sevindirici bir gelişmeydi, çünkü toplum olarak en büyük ihtiyacımıza karşılık geliyordu: güven.

Derken Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi ilanı geldi ve 11 Mart’ta yani pandemi ilanıyla aynı gün Türkiye, ilk vakanın tespit edildiğini açıkladı. O günden sonra hangi ‘mahalleden’ olursa olsun herkes efsunlanmış gibi medyayla yattı, medyayla kalktı.

Bilim Kurulu üyelerini tek tek, belki kendi kuzenlerimizden daha yakın tanımaya başladık. Uzaktan kumandamızı onlara yakınlaşmak için kullandık, tüm sanal ortamlarımıza buyur ettik her birini (misafirperver bir milletiz malum).

Kahvaltıda karşımıza bir enfeksiyon hastalıkları uzmanı oturdu, öğle yemeğimizde bir göğüs hastalıkları doçenti, ikindi çayımızı bir halk sağlığı öğretim üyesiyle beraber yudumladık (daha cana yakın oluyorlar), akşam yemeğinde bir yoğun-bakım profesöründen kaç kişinin daha entübe edildiğini öğrendik. Yemekten sonra da gece boyunca atıştırmalık mikrobiyoloji, psikiyatri, pediatri, patoloji, farmakoloji konularında bilgilendirildik.

Bu dönemde bilim kurulu üyeleri kamuoyuna pek çok konuda açıklama yaptı. Başlangıçta bu açıklamalar COVID-19 odaklıydı: hastalığın kaynağı ne, nasıl bulaşır, semptomları neler, tedavisi ne kadar sürer, aşısı var mı, ‘kahramanları’ aşı bulurlar mı ve benzeri konular... Ve fakat zaman ilerledikçe konular çeşitlendi. Misafirlik uzayınca malum, repertuar genişledi.

Bilim Kurulu'ndan bir üye bir televizyon programına telefonla bağlanıp, falanca adadaki filanca otelde kahvaltı için saat başı kaç kişinin yemek kuyruğuna girebileceğini bildirdi, bir diğeri berberlerdeki ideal muhabbet süresinin formülünü verdi, başka biri milli turist politikamız ile ilgili izlenmesi gereken stratejileri sıraladı.

Okul kantinlerinden, pansiyon mutfaklarına, futbol maçlarından, sahil kenarlarına kadar sair konuda ve yeni doğmuş bebeklerden ergenlere, genç erişkinlerden 65 yaş üstündekilere kadar her yaş grubu için itinayla görüş bildirdiler.

Dönemin açık ara en flaş(ör) açıklaması “Türkçe, korona virüsü daha az yayıyor” olarak kayıtlara geçti ama bunu söyleyen profesör bilim kurulunda değildi. Olsun, o da bir uzman.

Toplumsal faydasının değerini nasıl ölçebileceğimizi bilemediğimiz bu ‘müstesna’ açıklamasıyla kendisinin bundan sonra oluşturulacak ilk bilim kuruluna asil listeden girebileceğini düşünüyorum.

“Bilim Kurulu’nun uyarmadığı, tavsiye vermediği, fikir beyan etmediği bir konu kaldı mı” diye sorabilirsiniz. Sorun tabii. Sorun, çünkü bu yazının varlık nedeni tam da bu sorunun cevabında.

Suskunluğun politik-ekonomisi

Sunumum için veri topladığımı söylemiştim ya, niyetim COVID-19 bağlamında kırılgan gruplara biraz daha yakından bakmaktı. Hani pandeminin herkesi eşitlediğine dair yaygın bir illüzyon var ya, aslında işin hiç de öyle olmadığını örnekleriyle ortaya koymaktı niyetim.

Kırılgan gruplar, zaten işler yolunda giderken bile sağlıklarının bozulma riskleri daha fazla ve sağlık hizmetlerine erişimleri daha sınırlı nüfuslarken, pandemi döneminde sorunlarının katmerleneceğini öngörmek hiç zor değildi.

Hayatın hemen her alanında bu derece derin bilgisi olan ve bilgisini her vesileyle sınırsızca paylaşmayı şiar edinmiş bilim kurulunun seçilmiş bilim insanları, bu gruplar için kimbilir ne kıymetli önerilerde bulunmuşlardır diye heyecanla taradım veri tabanlarını!

HIV ile yaşayanlar, göçmenler, mülteciler, ev-işlerinden iş-işlerine aralıksız çalışan kadınlar, LGBTİ’ler... Ama en önce mavi yakalılar, emekçiler.

Hani salgının en başından beri işlerine aralıksız devam etmeleri istendiği için “Türkiye toplum bağışıklığı değil ama sınıf bağışıklığı” stratejisi izliyor diye düşünülmüştü.

Hani DİSK son raporunda COVID-19’un işçilerde, nüfusun kalanına oranla 3.2 kat daha fazla olduğunu ortaya koymuştu. Hani İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) Meclisi Nisan 2020 verilerinde iş cinayetlerinin %47’sinin COVID-19 nedeniyle meydana geldiğini duyurmuştu.

Baktım.

Birkaç kez.

Bu konu hakkında bilim kurulunca verilmiş tek bir beyan yoktu.

Ve sustular

Belli ki nüfusun ekonomik üretime katılmayan her kesimi için bilimin sesi gürleşmiş, hatta bilgi üzerimize boca edilmişti. Ve fakat devlet, insani kriz ile ekonomik kriz arasındaki tercih ve iradesini, devasa bir risk grubunun sağlığını gözden çıkararak gösterdiğinde, kurul bek-vokalde bile yoktu. Anlaşılan sermayenin virüsle ilişkisinde sorun yoktu: sosyal mesafe de neydi, maskeleri bir bir düşürüyordu. Özellikle cerrahi olanlarını.

Elie Wiesel'den aktaralım: “Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir; fakat itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı”. Bilim kurulu, salt tıbbi saiklerle bile itiraz etmedi; suskunluğuyla egemen söylemi ve iktidarın sınıf bağışıklığı stratejisini meşrulaştırdı.

En azından bunu yazarak bir şerh düşmek istedim.

Bulunsun diye.

Bilin istedim. (YY/APA/DB)

İzleme 417

Gönderiye yorum yapabilmek için giriş yapmanız gerekmektedir! Giriş Yap